YAZIDA VE RESİMDE KÜLTÜREL ŞİFRELERE YOLCULUK

                                                                           (Yıldız Cıbıroğlu site için yazdı.)

Kendimi bildim bileli resim yapmak ve yazmakla ilgilendim, onları denedim, giderek yoğunlaştım, onlar üstüne düşündüm. Bilinçli olarak, önce ilüstrasyon çizerliğini kendime iş edindim. Türkiye’de ilüstrasyona önem verilmiyor, küçümseniyordu. Onun önemli bir resim dalı olduğunu göstermeyi istedim. Kırklı yaşların sonunda yazmaya başladım.

Yazma nedenlerimden biri Batılı sanatçıların eserlerinde bulduğum derinlikti. Bu derinliğin nerden geldiğini anlamaya çalıştım. Örneğin mitolojideki bir olayı, kahramanı birçok Batılı sanatçı ortaya çıkardığı yapıta emdiriyor, fakat kendi yorumuyla yapıyor bunu, aynen tekrarlamıyor. Mitolojik imgelerin sanat eserine katılması ya da arkaik sanat eserlerine gönderme yapılması önemli; böylece yapıt binlerce yıl öncesinde de insanların benzer duyguları yaşadığını gösteriyor ve derinlik kazanıyor. Batılı sanatçının içinde at koşturacağı mitolojik, arkaik alanlar bizimkinden çok daha geniş. Çünkü Eski Yunan’dan beri yazılmışlar, defalarca yeniden yeniden yeniden yorumlanmışlar. Birbirini referans göstererek nehrin yatağını derinleştirmeye sürekli bir akışkanlık içinde devam ediyorlar. Tevrat ve İncil’in hikayeleri, Batılıların kendilerini Ortadoğu kültürünün sahibi saymalarına yol açmış. Babil hikayelerinden Yunan mitlerine, İskender’in fethettiği topraklara, daha sonra Romalıların kolonileştirdiği tropikal ülkelerin egzotik öykülerine, Kristof Kolomb veya Kızılderili hikayelerine, Napolyon’un Mısır seferiyle başlayan Mısır ilgisine kadar dünyanın her yerinde dolaşabilirler. Bu Batılı sanatçıya büyük bir özgürlük sağlıyor. Hıristiyanlık öncesi reddedilmediği için zaman bakımından da ufku çok genişliyor, çeşitli perspektifler çıkıyor ortaya; daha büyük resme uzanabiliyor. Dikkatli bir bakış, fiziksel silahlarla dünyayı ele geçirme ülküsüyle bilgiyle ele geçirmenin üst üste örtüştüğünü fark edebilir. Batı’nın dünyayı denetleyen gücü o nedenle sürdü, sürüyor.  

Bizim ise üç boyutlu resme geçmemiz 19. yüzyılda, henüz çok yeni. Resim, heykel, sahne sanatları yasak, kadın yasak… Yasakla sanat (ve tabii bilim, felsefe) birbiriyle asla bağdaşmaz. Resim ve heykelde (Yunan’dan başlayarak) önce biçimle ilgileniyor Batı. Plastik sanatlarda biçimle uğraşmanın sorunlarını aşmaya çalışırken bilime, nesnelliğe yaklaşıyor: Çıplak kadın resmi/heykeli “sadece insan” onun için. İnsanı tanımak, anlamak, zayıflığını ve gücünü bilmek, zavallı ya da erdemli halini hissetmek, en sonunda kendisiyle hesaplaşabilmek için, aynaya bakar gibi kendine bakmayı öğreniyor. Batı uzun süre biçimle hesaplaştıktan sonra içsel olana geçiyor. Freud’la ruhbilimin doğuşu, Jung’un arketip kuramı, fizikte ışık konusunda yeni görüşlerin ortaya çıkışı, resimde izlenimcilik… Sanat sürekli yenileniyor.

Biz ne yapıyoruz? Geçmişteki atalarımızla övünüyoruz. Fakat gerçekle düş arasında. Daha doğru bir yol izleyebilirdik: Kendi toprağımızdaki eski Anadolu uygarlıklarının mirasçısı olduğumuzu düşünebilirdik. Biz buraya geldikten sonra onlar bizim atalarımızla karıştılar ve içimizde sürdüler/sürüyorlar. Buharlaşıp göğe çıkmadıklarına, katliamlarla yok edilmediklerine göre başka nerede olabilirler. Onların tamamı sadece atalarımız değil, bizim büyük ustalarımızdır da ve genlerimizde mutlaka onların sanatından izler vardır. Anadolu’da binlerce yıl önce yapılan heykeller, kabartmalar bizden binlerce yıl önce bu topraklarda yaşamış, üretmiş, kültürel şifrelerini ürünlerine sindirmiş o atalarımızın eserleridir. Oysa biz İslam’dan öncesini yok saymakla onları da yok saydık. Bu sanatın, sanatçının alanının sınırlanması demektir. Avrupalı ise arkeolojik kazılar için Ortadoğu’nun her yerini kazdı ve diğer bilimlerden bağımsız olarak arkeolojinin bilimini oluşturdu. İslam topraklarındaki arkeolojik bilgileri onlardan öğrendik. Biz ancak Osman Hamdi Bey’in kişisel çabasıyla arkeolojik kazılara başladık ve Cumhuriyet’le birlikte Atatürk’ün özel çabasıyla hız verdik. Bir toprağın sahibi olmak, o toprağın altında hangi kültürler var, neler yaptılar, halk sanatlarında sürdü mü, o toprağın üzerinde yaşamış eski halkların ve şimdi yaşayan halkların kültürel şifreleri arasında ilişki var mı, bunlar hakkında bilgi sahibi olmak demektir. Bunları sorgulamadan, anlamaya çalışmadan, bilime ve sanata yansıtmadan o toprağın sahibi olunabilir mi?   

Kültür çok önemli. Resim yaparken, yazarken kültürel şifrelerimizi bazan bilinçle bazan bilinçaltıyla yapıta akıtırız. Yanlışlarımız, bilinçdışımız kültürel şifrelerimizin içindedir. Sanatçının kendisini, içinde yaşadığı dünyayı, çağını, toplumu tanıması o kültürel şifreleri çözmesi ve doğru okumasıyla mümkündür. Biz bazı kültür mirasını yok saydık, bazısını yücelttik. Ne islam’a ilişkin olan, ne de İslam öncesi kültürel şifreleri doğru okuyamadık ve kendimizi çözmemiz hep eksik kaldı; alanımızı sınırlayınca yaratıcılığımız da sınırlandı. 

Biraz da resimlerden, resimlere giren kültürel şifrelerden söz edeyim. 1980 öncesinde, bugün hatırladığım kadarıyla “kültürel kodlar”, “kültürel şifreler” başlığı, tanımı kullanılmıyordu. İnsanlar, adı konulmasa da koku almaya benzer biçimde, sezgiyle nasıl yapılırsa doğru olacağı konusunda az çok bir seçim yapabiliyorlar. 1980’lerin başında yaptığım Yaşar Kemal’in İnce Memed resimlerine dönüp baktığımda, adını koymadan, kültürel şifrelere önem verdiğimi, onları okumaya çalıştığımı gördüm. Öncelikle Anadolu insanının özgün kokusunun, özünün peşine düşmüşüm, anlamaya ve yansıtmaya çalışmışım. Yaşar Kemal de romanlarında anlattığı yörenin özgün kokusunun, ruhunun peşine düşmüş. Yaşar Kemal’deki anlatılan yörenin özgünlüğünü yansıtması olgusu da sanatçıya dayatıyor kendini. Ben bunu aynen böyle hissetmiş; o yöreyi, insanı doğru anlamaya yoğunlaşmıştım. Bana göre resimlerin hâlâ en değerli özelliği onlar: Bir kültürün bütünsellik içinde ve ayrıntılarıyla kavranan varlığı. Yaşar Kemal’in İnce Memed’lerini resimlerken sanatçının yalnızca kendi özgünlüğünü yaratması/yansıtması yetmiyor: İnsanların duruşlarında, mimarisinde, eşyaların yapılış biçiminde, hatta doğada bütün bu kültürel tavır, özgünlük, incelik görülmeli. O resimlerde biçimin üzerinde yoğunlaşma da var. Fakat asıl ayrıntılar o kültürün  ruhunu sezdirmemde etkili olmuş. Eğer o yıllarda benden beklendiği gibi Batılı modern resmi takip ederek soyutlasaydım bu kültürel şifrelerin etkisini bugün bulamazdım. (Çünkü Batılı sanatçının ilüstrasyonunda – soyutladığında dahi – kültürel şifreleri özgün ve kendisinin, çevresinin yaşantısının sonucudur.) Bir romana birkaç yüz adet resim/ilüstrasyon yaparken biçimin sorunlarını halletmek ve biçimin içini o yöreye özgü olan kokuyla doldurmak bugün de daha doğru görünüyor bana. Ancak bunu yapmak çok çalışma, sabır ve zaman istiyor.

Kültürel şifreleri ve onların doğurduğu özgünlüğü anlatmak için İlhan Berk’in yaptığı benzetmeyi ödünç alacağım: O, bir kayısı veya kavun, demişti, dünyanın pek çok yerinde yetişir, ama kokusu, lezzeti, rengi birbirinden farklıdır. İlhan Berk bunu sanatçının/sanat yapıtının özgünlüğünü anlatmak için kullanmıştı. Onun meyvenin kokusuyla, sanatçının yapıtını ortaya koyuşundaki özgünlük arasında kurduğu bağı, aynı toprağı paylaşan insanların ortak kültürlerinin kokusu için de kurabiliriz. Sanatçı üzerinde yaşadığı toprağın kokusunu, meyvelerinin kokusunu, yani orada binlerce yıl önceden beri yapılmış sanatın, kültürün, folklorun kokusunu hissedebilmeli ve eserinde hissettirebilmelidir. Kişilikli bir sanatçı yaşadığı toprağın üzerinde kültürün, eskiden beri yapılmış sanatların, hatta geleneksel zanaatların çeşitliliğini, onlardaki incelikleri de bilir; dünyanın başka başka yerlerindeki bu konulara ilişkin neler yapıldığını ve onlardaki incelikleri de. Hepsine ayrı ayrı saygı duyar, hepsini sindirir ve gözü gibi korur.   

Kültür çok önemli! Çünkü kültür dünyanın her yerinde vardır, her yerde iyi ve kötü yanlarıyla olabilir. İnsanı yanlışlara ya da doğrulara götürebilir. İyi ya da kötü kültürel şifrelerin sanatçının mutfağı için bilim insanları tarafından incelenip ortaya çıkarılması gerekiyor. Bu ne yazık Türkiye’de olmadığından kültürel (s)imgeleri, ortak-belleği anlamak, kendi mutfağımda onları bulundurmak için – başka nedenlerle birlikte – resme ara verdim, kültürel simgeleri araştırmaya başladım. Birkaç haftada, ayda hallederim, bir iki sayfa yazıp yeniden resme dönebilirim sanıyordum. Ne var ki karşıma dağ gibi malzeme çıktı. Boş ve bâkir bir alan! O zaman onları başka sanatçılarla paylaşmak istedim. Kitaplarım oluştu. Arkeoloji, sanat tarihi, halk sanatı kültürel şifrelerin korunduğu çok önemli bir yerdi ve kalıtımsal imgelerle (arketip), ortak bilinçaltı/bilinçdışıyla ilişkiliydi.

Çalışmalarım birbirinden türeyerek sürüyor. Bana göre araştırdığım konular sanatçının mutfağı için çok önemli. Jung’un arketip dediği kalıtımsal imgeler (bugün bilim bunların genlerle yeni kuşaklara aktarıldığını kabul ediyor, hatta yeni bilimsel terimler çıktı ortaya: metaform, filogenetik vb.) Kalıtımsal imgeler açısından Asya’dan getirdiklerimiz ve Mezopotamya’da, Anadolu’da bulduklarımız, onlarla yapılan aşı yeni alaşımlar çıkarmış ortaya. Ve kalıtımsal imgeler, kalıtımsal sözcük-bağıntıları açısından imgelemlerimiz inanılmaz zenginlikte. Ne var ki toprağın altında gömülü kalmış arkeolojik veriler gibi.  Kültürel harmanların olduğu bu büyük alanda arketiplerin, metaformların mutlaka incelenmesi gerekiyor. Sanat eserlerini çözümlemek için onlara ihtiyacımız var. Onlar yalnız bu coğrafyada değil, her coğrafyada var, ama ‘kökenleri’ gerçekten de büyük ölçüde burda ve kokuları, tatları burda ‘buraya özgü’ kalabilmiş.

Bunda şaşacak bir şey yok. En eski uygarlıklar nerede ise en eskil imgelemler de, kalıtımsal imgeler, arketipsel söz(cük)ler, metaformlar da orada daha önce şekillenmiş oluyor. Batılı bilim insanlarını, Batı tarihinin dünya tarihi olmadığına ikna etmemiz gerekiyor. Kültür tarihi yalnızca erkeklerin kültür tarihi olmadığı gibi. Fakat şunu da kabul etmek zorundayız: Özgür ve bağımsız düşünceyle sorgulamaya geçen Batı (Eski Yunan’dan başlayarak) onları çeşitli dönemlerde kolonicilik üzerinden tanımış, merak etmiş, araştırmış, bilime ve sanata taşımış, kendi kültürel şifreleriyle yoğurup şaheserler yaratmış. Günümüzde bilimde, sanatta, felsefede ve teknolojide üstünlüğü tartışılmaz. Doğan Kuban’ın “Avrupa bilginin egemenliğe, egemenliğin bilgiye dönüştüğünü gösteren en önemli ve tek örnektir. Diğer ülkelerin Ortaçağ ya da daha öncesine dayanan başarılarıyla övünmeleri çağdaş dünyadaki konumlarını değiştirmiyor.” diyor, 11.2.2011 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknoloji’deki yazısında. Geçmişle övünmenin boşunalığı bir gerçek!

Benim çalışmalarım boyunca dikkatimi çeken, Güney Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk uygarlığı, orda icat edilen ve kullanılan ‘yazı’dan ötürü bilmemizin mümkük olmasıdır. Bu çok büyük bir şans! (Yazı ne kadar önemli!) O çağda kralların yazıyı iktidar gücü olarak kullandıklarını görüyoruz. Sumer-Akad uygarlığını incelerken beni en çok etkileyen onların ‘yazı’yı ve yazdıkları ‘bilgi’leri egemenlik ve erk için bilinçle kullandıklarını görmem oldu. Batı uygarlığından önce gerçekten Mezopotamya’da başlayan Sumer –Akad uygarlığı da yazıyı ve yazıyla kaydettiği bilgiyi ve dinleri dünyaya yaymış, yeryüzündeki ilk büyük imparatorluk oradan çıkmıştı. Sumer-Akad, Babil, Asur uygarlığı ‘yazı+büyü/din+bilgi’ gücünü iktidarına destek yaptı.

Atina Devleti de V. yüzyılda özellikle felsefe konusunda yaşadığı parlak aydınlanma dönemiyle çevresindeki kent devletleri buyruğuna alarak bir imparatorluğa yöneldi ve İskender bu mirasın üzerinde yükseldi. Daha sonra Roma ve Avrupa aynı kültür mirasını büyüttü: Eski Atina’da Platon diyaloglarıyla “sorgulama” yı ortaya koyunca, onun kültürünü miras alan, izleyen, inceleyen, çoğaltan Batı ‘bilim’i bağımsızlaştırdı ve  nesnel düşünceyi öne çıkardığı, sorguladığı için Doğu’yu geçti. Yani Doğan Kuban’ın haklı olarak söylediği “Batı bilgiyi egemenliğe, egemenliği bilgiye dönüştürdü” saptaması son derece doğrudur. Daha önce Sumer’le başlayan Babil’de büyüden/dinden bağımsız bilgi ve sorgulama olmadığı için sürmedi. Babil’de bilgi tanrılara bağlandı, dogmatikleşti ve Babil çöktü. Eski Yunan filozoflarından esinle ve Mutezile mezhebinin sorgulamaya önem vermesiyle, yarattığı düşünce özgürlüğüyle İslam bilginleri ortaya çıktı ve İslam’ın aydınlanma çağı gerçekleşti: Avrupa’yı etkilediler. Martin Luther’in Hıristiyanlıkta yaptığı önemli reform için İslam’daki Mutezile mezhebinden etkilendiği söylenir. Asya’da Türk bilginleri Semerkant gibi şehirleri ilim merkezi yaptılar. Fakat bugün onlarla övünmek, Doğan Kuban’ın dediği gibi durumumuzu değiştirmiyor. Bugün ne yapıyoruz, o önemli.  

Kültür tarihimizde toplumsal hatalarımızın tohumlarını ya da insanı hayran bırakan dünya yorumlarını, öğretileri kültürel şifrelerde buldukça kökene, gidebildiğim kadar dibe inme düşüncem zamanla arttı. (Bu hayranlık uyandıran öğretilerden biri de Türk Sanatında Gizli Yüz adlı kitabımda anlattığım ve Şaman atalarımızın başlattığı ‘öteki’nin var olma hakkını kesinlikle tanıyan ‘evrenselci İkilibirlik’ öğretisidir.) Sözcük-bağıntıları ya da ikon sözcükler ağı ve onların görsel karşılığı olan imgeleri araştırmaya çıktı yolum. Çünkü bunlar bizim dilimizin köklerinde güçlü biçimde korunuyor. Fakat o sırada sözcük-bağıntıları, ‘ikon sözcükler ağı’ gibi teknik kelimeleri bilmiyordum. Toplumdaki ağır baskılar (On iki Eylül’de yargılanmam) ve yaşadığım – işimle ilgili – kötü bir olay eve kapanmamı tetikledi. Resim yapamıyordum, kendi üslubumu unutmuştum, elim titriyordu. Bir yandan gölge resimlere başladım, bir yandan da çocukluğuma döndüm. Çocukluk bilinçdışındaki kalıtımsal imgelerin daha kolay ortaya çıktığı bir dönemdir. Hayatımdaki en karanlık dönem, içimdeki ışığa en çok yaklaştığım dönem oldu. Sözcük-bağıntıları ya da ikon sözcükler ağı çalışmalarımın başlangıcında, ilk kez bu bunalım sırasında – belki beynin bir çıkış yolu arayıp bulmasıyla – ortaya çıktı. Beynimizin içinde kullanılmayan karanlık dehlizler ve oralarda binlerce yıl öncesinden gelen kayıtlar var, biz onların farkında değiliz. Yaşanan büyük acılar onları yerinden kımıldatıyor ve içte yaşanan depremin sarsıntısıyla içimizdeki üst üste katmanlar/tortularla oluşan bataklığın dipsiz derinliğinden yüzeye yaklaşıp kendini şöyle bir gösteren imgeler olabiliyor.

İşte bu boğuntulu yıllar “kayıp Doğu”ya ve “kayıp kadın”a ilişkin kültürel şifreleri daha kararlı biçimde aramaya götürdü beni. Kayıp Doğu ve kayıp kadın’ın şifrelerinin birbiri içinde olduğunu gördüm. Kayıp kadın’dan kastım, bir zamanlar yüce-ana ya da tanrıça denilen ilk icatları yapan, ilk uygarlaştırıcı insanlardır. Onların Batı’daki izleri sınırlı. Ama beş binyıl öncesinde Sumer’de dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar güçlüler, devletin ortaya çıkmasıyla birlikte gerilemelerine rağmen. Bu kayıp kadınların kültürel şifreleri Mezopotamya’nın kültürel şifreleriyle de iç içe. Kayıp kadınlar Anadolu’da ve Asya’da güçlüler. Sami kökenli Akadların Mezopotamaya’ya hakim olmalarıyla, Sumerlerin onların içinde tamamen eriyip tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte kadının önemi geriliyor. Kısaca Mezopotamya’da kadının haklarını teker teker kaybetmesinde hem Samilerin Sumerleri soğurması hem de devletin gitgide savaşlara ve (daha önceki ana tanrıçalara birer yanıt olan) savaş ekonomisinin kazançları sonucu Baba tanrılara odaklanması rol oynuyor.

Sözcük-bağıntıları ve onlarla birlikte imgeleri araştırmam benim çok uzun içsel yolculuklarıma dönüştü. Onlarda ne arıyordum? Batı felsefesinin Doğu’yla ve kadın’la hiç ilgilenmediğini, kendi sistemine katmadığını, dışarda bıraktığını bildiğim için aradığım onlardı. Fakat nasıl katsın? Avrupalı kadının kodlarıyla Ortadoğulu veya Asyalı kadının cinsellik anlayışı, kadın erkek ilişkileri açısından kültürel şifreleri çok farklı. Bunları bizim aramamız, ortaya çıkarmamız gerekiyor. Biz yapmayacağız ve yapmadıkları için Batılı bilim insanlarını suçlayacağız. Bu çok saçma değil mi?

Tektanrılı dinler öncesindeki kadın kayıpsa, bilgiyi egemenliği için kullanan Batı kendi tarihini Dünya tarihi diye yazıyor ve devlet öncesindeki özgür ve üreten kadını dışarda bırakıyorsa, köken kayıpta, dışarda bırakılandadır. Onu bulmak işin en zor yanı, ama olmayacak bir şey yok! Önceleri onları mitolojilerde bulabileceğimi sandım. Mitolojiler de bize değişerek gelmişti ve kadın onlarda da kayıptı. Ancak satır aralarında yakalayabiliyordum onu. Ama asıl bulduğum yer neresi oldu dersiniz? Sözcük bağıntıları ve arkeolojik kazılardan çıkarılan yapıtların üzerindeki imgeler oldu: Onlar şaşmaz biçimde aradığım kadını erkek baskısı olmadan önceki kadını, kültürel şifreleriyle bana gösteriyordu. Kendine güvenli, hatta erkekler üzerinde baskı kuran bir kadın karakteristiğiydi bu. Kuşkusuz genç oğullar üzerinde tinsel baskı kuran ‘Anne’ de insan için tehlikeydi ve karşı çıkılmalıydı. Kadınların elinde büyü/bilgi silahı onları toplulukta söz sahibi yapmıştı. İktidar kimin elindeyse  fırsatları o kullanıyordu. (Bu elbette değişmeli.) Sözcük-bağıntılarını veya ikon sözcük ağlarını icat edenler de bu kadınlardı. Sözcük-bağıntılarının derinliğinde yatan anlayışla arkeolojik verilerin (kadın heykelciklerinin) üzerindeki simgelerde yatan anlayış aynıydı. Aradaki fark birinin işitsel, birinin görsel olmasıydı ve birbirlerini tamamlıyorlardı.

Doğan Kuban’ın vurguladığı Batı’ya özgü tutumun ilk tohumunu devlet öncesi dönemde kadınlar oluşturdukları dille erkeklerin üzerinde baskı kurarak gerçekleştirmişlerdi. Bu dil ‘Anne’ diliyle büyü/bilgi dilinin birleşimiydi. Kramer kadınların elinde büyünün silah olduğunu söyler. Benim araştırmalarım derinleştikçe karşıma bu büyü/bilgi silahı çıktı. O çağda büyü, deney, bilgi birbirinden yalıtılmış değildir. Söz büyüsünü bulan kadındı. Kitabın olmadığı dönemde konuşma diline kadınlar (onların önderi yaşlı anneler) ortak adlarıyla imza atıyorlardı. Böylece avcı erkeğin imgelemleri üzerine kadınların ördüğü imgelemlerle oluşan yeni bir zihinsel dünya var edildi. (Bugün ise bunun tam tersi bir zihin/imgelem dünyasında, kadın zihnini saran erkek imgelem dünyasında  yaşıyoruz.) Bilmeceleri oluşturan ve erkekleri sınayanlar da kadınlardı. Bir başka silahları büyü dilinden çıkan simgecilikti. Simgeciliği icat ederek ilk kurgulamaya, soyutlamaya kadınlar geçmiş, dünyayı değiştirmeyi önce onlar akıl etmiş ve bunu kendileri için hak görmüşlerdi. Büyülü sözler, bilmecemsi dil, simgeler kadınların etki alanındaydı ve erkekler için bunlar kadınların yakınında olmadıkça anlaşılmaz bir dildi, ürkütücü ya da hayranlık uyandırıcıydı.

Arkeolojik kazılardan çıkan ve gövdesi simgelerle yazılmış bulunan kadın heykelciklerinin sahipleri, işte, o erkekleri maddi silahlar olmaksızın tinsel anlamda korkutan ve ‘biat’ ettiren kadınlardır. Uygarlık ve kültürün arkaplanı iyi ve kötü yönleriyle bu kadınlar tarafından başlatılmıştır. Neolitik çağdan önce erkeklerin avcılığa ait bir dil yarattıklarını, tarım yaptıklarını, onların da topluluğa o avcı diliyle ve av silahlarıyla egemen olduklarını gösteren işaretler kuşkusuz az değil. Göbeklitepe bu merkezlerden biridir. Verimli Hilal denilen – Mezopotamya’nın kuzeyinden doğu ve batı uçları aşağıya doğru inen hilal biçimli – bölgede MÖ 11.000’de başlayan ve her yerde aynı olmamakla birlikte 4 binyıl süren  Neolitik Çağ’da bu tür yaşam biçimleri tek tip değildi, yörelere göre değişiyordu. Güney Mezopotamya’da ağacın ve taşın bile olmadığı, her yerin suyla ve balçıkla ya da kurak toprakla kaplı olduğu bir coğrafyada kadınlar kilden yaptıkları heykelciklerle (tılsımlar) erkekler üzerinde etkili oldular; onların iyi ve kötü isteklerini bu büyülerle, tılsımlarla çözeceklerine, söz büyüsüyle her şeyi var edeceklerine onları inandırdılar. Kadınların büyüyü başlatmalarında ve geliştirmelerinde çocuklarını açlıktan hastalık cinlerinden, kendilerini tecavüzlerden, dünyayı afetlerden koruma isteği etkili oldu. İnsanların lehine değiştirmek için dünyaya, doğaya müdahele düşüncesi herhalde kadınların büyüleriyle başlamış olmalı. Kadınların ürkütücü büyüleri, korkunç cadı imgeleri ve onların büyülerinin ürpertici sonuçları, büyüyle insanı insan biçiminden çıkarıp ürkünç hayvan/yaratık biçimine soktuğunu anlatan hikayeler kadın erkek kötü niyetlileri caydıracak etkiye sahipti anlaşılan ve bu büyücülük hikayelerini bilerek yayıyorlardı.

Anne dili ve simgeciliğiyle büyü, bilgi, deney edimleri birbirini tetikledi, kadınların dilini, bilgi ve deney birikimleri geliştirdi. Bu gelişme dünyaya, yaşama ait bilinmezlerin dişil cinsiyet simgeciliğiyle açıklanması konusunda kadınları cesaretlendirdi. Buna karşı erkekler birleştiler ve devleti (önceleri kendilerini tehdit altında hissettiklerinden ve savunma amacıyla) örgütlediler. Kadınları içlerine almadılar. Kadınlardan devraldıkları çok tanrılı sistemdeki tanrıçaları yavaş yavaş tasfiye ettiler, gerilettiler. Büyücü kadınları Babil’den kovdular, büyücülüğü kadınlara yasakladılar. Babadan oğula geçen bir meslek olması için Baba tanrı Enki/Ea’yı ve oğlu Marduk’u ilahilerde en önemli büyücü ikilisi olarak tanıttılar. Baba Ea oğluna el veren, bildiklerini öğreten ve bütün babalara örnek olan büyücü tanrıydı; en büyük başarısı söz büyüsüydü. Büyücülük Babil döneminde MÖ ikinci binyılda çok çok arttı. Bu dönemde Sumer varlığı tamamen ortadan kalkmıştı. 

Biz yine devlet öncesi dönemdeki dil, kültür yaratan, büyü silahını kullanan kadınlara dönelim. Sözcük bağıntılarının merkezinde tanrıçanın tek heceli adı yer alıyordu; kültürel şifreler onun adından türeyen ve zincirleme süren sözcüklerdeydi. Bu sözcük zincirleri çok uçlu, açık uçlu salkımlar yapıyordu ve onlarla oluşan kaotik sözcük ağları bütün dillere girmişti. (Çünkü onlar göstergedir, bugün de göstergebilimin konusudur, dilbilimin değil.) Ama kökleri Doğu’da (benim en çok inceleme olanağı bulduğum) Mezopotamya’daydı. Bu kaotik oluşum birbirine bağlı organları her yana dağılmış ve bütün dünyayı kaplayan bir gövde: Avrupa’da konuşulan dillerde sürüyordu onlar, imgeleri de öyle. Bir şeyi daha fark ettim: Batı bunları o güçlü narsisizminden ötürü görmemiş olabilir miydi? Yoksa gördüğü halde yok mu sayıyordu? Çünkü onlar bu oluşumdan bağımsız olarak söz etmiyorlar. Veya çok az ve önemsiz bularak değiniyorlar. Daha genel anlamda göstergebilimsel kuramların içinde Jacques Derrida, Michel Foucault, Roland Barthes, Georges Dumézil, Gilles Deleuze vb. söz ediyor ama ikon sözcükler ağıyla bağımsız biçimde ilgilendiklerini ve kuram oluşturduklarını gösteren bir çalışmayla karşılaşmadım. Yalnızca Amerika’da Charles Sanders Peirce bu konuda çalışma yapmış, “ikon sözcükler” deyimini kullanan da o. Fakat çalışmasını tamamlayamamış, kuramını oluşturamamış. Derrida Eski Mısır’daki mitsel adlardan söz ettiğinde ise Batı sisteminin dışında tutuyor, açıklamalarını Eski Mısırcanın içinde başlayıp yine orada bitiriyor. Oysa benim savım bunların tek dille sınırlı olmadığı, bir dilin içinde kalmadığı, diller arasında gezindikleri, dişil yetenekte olup sürekli yeni anlamlar doğurdukları. En büyük resme bakıyorum, dünyasal olana. İkon sözcükler ağı hangi arketipsel adsözcükle başlarsa başlasın başka dillere gösterge ya da arketipsel sözcük (kalıtımsal sözcük) olarak yayılıyor. Batılı bu çalışmayı yaparken parçaya bakıyor. Parçadan bütün olana geçse, her biri çok önemli kültürel kodlar/göstergeler olan ilk adsözcüklerin Doğu’dan Asya, Mezopotamya ya da Anadolu’dan çıktığını göstermek zorunda kalacak. Bunu biliyor Batılı ve belli sınırları aşamıyor. Gerçekte Doğu ile Batı bir bütün oluşturuyor kültürel şifrelerde (yani metaformlarda, arketipsel sözcüklerde, arketipsel imgelerde, filogenetikte…) Tıpkı İlhan Berk’in kayısı örneğinde olduğu gibi, kayısı her yerde aynı kayısı, insan her yerde aynı insan: Farklılıklar ayrıntılarda! Ayrıntılar da işte bu nedenle çok önemli!

Aslında ikon sözcükler konusunda neden dünya çapında bir araştırma yapmıyor diye Batı’yı suçlamak anlamsız, saçma. Neden biz yapmıyoruz, diye sormamız lazım. Bizim eğitim sistemlerimiz Batı’ya bağlı olduğu için bilim kurumlarının  bünyesinde bunlar araştırılmıyor. Böylece yaşadığımız toprakların birikimlerini, kültürel şifrelerini (bilinçaltımızı) öğrenemiyoruz. Hastalıklı kadın erkek ilişkilerimizi, hastalıklı cinsellik anlayışımızı nasıl çözeceğiz? Eğer yapılması gereken çalışmalar yapılsaydı ben bu işlere kalkışmaz, resim yapmaya devam ederdim. Bazı şeyler kaybedilmeden bazı şeyler kazanılmaz. Kültür o kadar önemli ki onun hakkında yeni bilgiler, deneyler kazanmak için çok sevilen bir uğraştan vaz geçmeye değer.

Sözcük-bağıntılarında gördüğüm ‘Anne’ diline, imgelemine ait zihniyet ve diğer katmanlarda ortaya çıkan başka başka zihniyetler benim için çok önemli. İnsanların zihniyetlerinde, kadın erkek ilişkilerinde, insanın doğaya bakışında, babanın oğula bakışında dönemlere göre olan değişimleri görebiliyorsunuz. Onların nerelerde günümüzle aynı, nerelerde farklı olduğunu da. Bu malzemeler özellikle yazının olmadığı zamanlar için çok değerli ve teorisinin yapılması, yazarların, sanatçıların mutfağına sunulması şart. Çünkü sözcük-bağıntıları ses koduyla sözcüklere yazılan bazı bilgilerdir ve bize binlerce yıllık bir perspektif içinde insana bakmamızı olanaklı kılmaktadır. Hele görsel malzemeyle – imgelerle – birlikte okuduğumuzda onun yerini tutacak hiçbir şey yoktur.

14 Şubat 2011

Copyright @ YildizCibiroglu.com 2015