İNSAN SOYUNUN ‘KÜLTÜREL KODLARI’, KONUŞMA DİLİNİN KATMANLARINDA, SESLE KAYIT DİZGESİNDE SAKLI!

Yıldız Cıbıroğlu (10 Mart 2017, Herkese Bilim Teknoloji, sayı: 50, s. 18’de yayınlandı.)

Yazı öncesi döneme ilişkin uygarlıkların töreleri vardı. Bu töreyi konuşma seslerini kodlayarak dilin içine kaydetmişlerdi. Her konuşucu böylelikle töreyi içselleştirmiş oluyordu. Kanun kitabı, yazılı kurallar yoktu, ama farklı kodlama sesleriyle farklı konularda çıkarımların kaydedildiği sözcük-zincirleri oluşmuştu. Sözcük-zincirleri farklı fonemlerle (sesbirimler) kodlanarak konular birbirinden ayrılmakta veya birleştirilmekteydi. Konuşma sesleri neye göre seçiliyordu ve kimler seçiyordu? Yapılan üretim ne ise o ‘üretim’ sırasında çıkan ‘en karakteristik sesler’ yansılama yoluyla konuşma diline kodlarla aktarılıyor, yüceltiliyor; mitlerde ise göksel ışıklı varlıkların ruhları tarafından yerdeki kamlara öğretildiği söyleniyordu. Örneğin Derelerden toplanan (ve çaytaşı denilen) taşlarla ilk aletlerin yapıldığı Alt Paleolitik Çağ’dan beri (yani en az 2.6 milyon yıl) insanlar Ç ve T seslerinin ortalığı çınlattığını sıklıkla duydular. Bu sesleri yıldırımlarla birleştirdiler. Bu sesleri yücelttiler. Tepedeki mağaranın ağzındaki kayaları taş aletle düzelterek onlara düzgün bir biçim veren öncü kişinin adını, aletinin çıkardığı ‘tog’, ‘ti’ gibi konuşma sesiyle yorumladılar: Ölünce onun da göğe gittiğine inandılar. Gökte de aletiyle göğü oyan, yıldırımlar yapan bir ruh olduğuna inandılar. O ilk taş aletlerin yapıldığı Eski Taş Çağı’ndan başlayıp maden çağında da devam eden dönemde T sesleri o kadar çok duyuldu ki aletlere T sesiyle başlayan adlar verdiler. Birçok dilde doğadaki yıldırımdan günümüze kadar gelen endüstriyel nesnelere kadar T ile başlayan adlar aldıklarını fark edebiliriz. T- sesinin işitim-kodu olduğu sözcük-zincirleri oluştu. T sesi moda yapıldı. Bu kodlama sistemini kadın-erkek başlatarak, yeryüzünde ilk soyut dizgeleştirmeyi dilin ‘bizzat’ içinde gerçekleştirdiler.

Yazı öncesi dönemde su kenarlarında yetişen söğüt dallarından sepet yapmayı, örgü örmeyi icat eden kadının adını da S sesiyle başlattılar. O hem söğütle, hem sepetle, hem esintiyle, hem suyla, sallamak, sarsılmak eylemleriyle özdeş yapıldı. Yağmurları getiren rüzgârları, selleri yönettiğine inanıldı. Asya’da Baykal Gölüne akan Selenga nehri onun adındandır. Suda ağaç dallarından ‘sal’ yapıp taşıma işini bulan da oydu. Onun adına Mezopotamya’da Sal-ma (sal-ana) dediler. O aynı zamanda otacıydı (ilksel eczacı, hekim). Söğüt yapraklarından elde edilen ve aspirinin ana maddesi olan salisilik asit onun kodu sal- ile adlandırıldı. Söğüt ağacının kabuğunu, yapraklarını ağrı kesici olarak kullanmayı keşfetmişti. Birçok dilde onunla ilgili bilgiler, kadın adları sel-, sal- ile başlar. Latincede salix, söğüt ağacının adıdır. Türklerde sal-söğüt kutsaldır, oyun gösterisinde kam/şaman söğüt dallarını barış göstergesi olarak kullanır. Söğüt adlı kasaba/yerleşke adları çoktur.

M sesi koyunların evcilleştiği, süt ürünlerine geçildiği yazı öncesi dönemde moda yapıldı. Dünyanın her yerinde insanlar M sesiyle yapılmış sözcük-zincirleri oluşturdular. Koyunları evcilleştiren, sütünden yeni ürünler icat eden ilksel uygarlaştırıcı kadın(lar)a, üretim sırasında en çok duyulan me/ma/mu seslerini ad olarak verdiler. İnsanlar bu dost sesi benimsediler ve Ma ölünce göğe çıkıp Ay’da yaşadığına ve onları aydınlatmaya devam ettiğine inandılar. (M sesi modası döneminde men, moon vb. M- koduyla başlayan adlarla anıldı; men (=ben) şeklinde özneye örneklik etti.)

Y sesi moda olduğunda, artık daha soyut kurgulamaların yapıldığı, tinsel edimlerin ortaya çıktığı bir çağdı: Tutulamayan, denetlenemeyen tin gibi; ama gözle görülen veya hissedilen varolanların adları Y sesiyle kodlandı. Yıldırım, yal/yalım (alev), yalbırdamak (ışıldamak), yalçık (Ay), yaşık (Güneş), yıldız, Ay, yul (pınar, çay), yu-mak yıkanmak, gibi. Y sesi içsel enerjinin sesi oldu. Y ve L sesleri, suyun sesidir. Suyun derinden gelen kendine özgü içsel sesi, yayılan özelliği Y ile; suyun sızıcı özelliği ve içten bir hareketle çalkalanan suyun çıkardığı ses L ile iyi anlatılır. ‘Su’ ve ‘ışık’ yayılan, sızan özellikleriyle birbirine benzeştirilmiş; sular ve ışıklar Y, L sesleriyle gösterilmişlerdir. Gece göğünün ışıkları suyun içinde oynar, yıkanırlar, yanıp sönerler. Fenomenal algıyla ‘akıl/zekâ/bilgi’ en çok bu nedenle ‘ışık’ ve ‘suyla’ birleştirildi. Onlara göre ‘gündüz aydınlığını’ sağlayan Güneş’ti. Gece göğünü aydınlatan Ay’dı. Çoğul yıldızlar ise toplumsallaşmanın yolunu gösteriyordu. Bunun anlamı sorunları çözen, doğruları gösteren göksel ışık ve onların insandaki özdeşi us/uslamlamaydı. ‘Doğruları’ sınıflandırdılar: Ay kesin olmayan doğruları, Güneş kesin veya kesine en yakın doğruları, yıldızlar toplumsallaşmayı ve çoğulcu bakmayı, orman uzlaşmayı, çoğulcu bakışı modelledi. Doğayı gözlemleyerek çıkarsadıkları karşıt ikililerin eşitlik içinde bir arada yaşaması görüşünü ‘Akşam Yıldızı’ ve ‘Sabah Yıldızı’ gibi zıt karakterde algılanan Venüs Gezegenine söylettiler. Bir başka doğru tutum ağaca söyletildi; çalışmak, ağaç gibi dik durmak, ışıklı göğe (=sevgi, bilgi yüklü tine) yönelmek gibi. Bunlar dikte edilmedi; örneğin ağaç içerikli bağlamdaki sözcük-zincirlerinde yer alan “aynı işitim-kodlu sözcüklerin bağıntıları arasında” belirdi. Bataklık besin kaynağı olduğunda, sular ulaşım ve taşımacılık için kullanıldığında L sesi moda yapıldı. Fakat en çok yayıkta süt ürünleri elde edilirken yayığın çalkalama sesi L sesiyle kutsallaştırıldı. L ses modası döneminde de gece göğündeki Ay, ıldızlar ak renkle ilişkilendirildi ve adları L- sesiyle kodlandı. Türkçede Ay daha önce Al idi. Geceleri göç eden göçerlerin en çok duydukları ses luk luk, lıkır lıkır sesleri ve renkler ise ak ile kara renklerdi). Karşıt ikililer de en çok L sesiyle temsil edildi. Akşam Yıldızı ve Ay gece göğünün tinsellikle ilişkilendirilmesinden ötürü tinsel ilişkileri (ilgi, ilişki, ile, ileti vb.) temsil ettiler.

Bütün bu konuşma seslerinin moda yapıldığı dönemlerde kavramlar yoktu: ‘İlişkilendirmeleri’, ‘anlamlı birimleri’, ‘benzeştirimleri’ (analoji), ‘karşıtlıkları’ (ve animizmi, totemizmi) kullanarak; ‘kavramın’ işlevini onlara gördürdüler. ‘Anlamlı birimler’ hem ‘karşıt’ hem ‘benzeşik’ ikililerle oluşmaktaydı. Tabii diyalektik, dualizm (ikicilik), dikotomi (ikililik) kavramları da yoktu. Hangi üretim alanı ortaya çıkmış, tutulmuş ise o üretim alanının karakteristik sesiyle kodladıkları sözcük-zincirlerini oluşturdular: Fakat ışıklı gök cisimleri genellikle anlamlı birimler arasında gösterildi; ve adları, moda olan üretimin karakteristik sesleriyle yapıldı. Modellemeler de en çok ışıklı gök cisimleriyle, ata veya hısım kabul edilen totem hayvan ruhlarıyla yapıldı. Onlar öyle yapıyorlar, siz de onlar gibi yapın, algısı yaratıldı.

Kamlıkta büyü, kör inanç vardır, ama onları ayıkladığımızda kalan asıl gövde sağlam, etik bir düşüncedir ve bugün bile geçerli olduklarını görürüz. Söz konusu doğacı imgeler, konuşma sesleri, semantik dizileri öyle çok tekrarlandı ki beyinde sabit çapalar haline geldi. Örneğin kök sözcüğü; karşıt ikiliyi gösterir: Hem gök anlamına gelir hem de ağacın kökü anlamındadır. Yıldız, hem gökteki yıldız, hem de temel, esas, kök,soy anlamına gelir. Kamların tinselliğinde insan ağaçla özdeştir. Kökü yerde, ama ulaşmayı amaçladığı yer karanlığın içindeki ışık=bilgi olan yukarısıdır. Fakat karanlıkla ışık, yerle gök, yukarısı ve aşağısı eşit değerdedir. Kamlar kişilerin bütünsel bakması, içindeki karşıt ikiliyi tanıması, çoğulcu, paylaşmacı, eşitçi, özgeci (empati yapan) olması için modellemeler içeren mitsel öyküler de anlatıyorlardı. Onlar sözcük-zincirlerindeki imgeler dizisiyle, semantik dizisiyle tamamlanıyordu. Oyun adlı gösteriyle öğretiyorlardı. Zaman değişir kör inanç dış sıva gibi dökülür, ‘bilimsel zekâ’ kalır. Bugün çağdaş ekolojinin, insan haklarının çıtasının en yüksek olduğu nokta ile kamlığın ‘bilimsel zekâ’ ile inşa edilen temeli birbiriyle çelişmez. Amaç insanlarla insan olmayanların (yani tüm doğanın) birlikte ilerlemesi, mutlu olmasıdır. Kamlık bir din değil, dogmatik olmayan bir uslamlama, düşünme biçimidir.

Sözük-zincirleri hangi ihtiyaçla doğdu: Geceleri yollarda olan göçebeler için seslere duyarlık artmıştı. Fakat seslere karşı duyarlı olanlar o çağlarda erkeklerden daha çok kadınlardı. Kendilerine tecavüz edilebilir, kaçırılabilir, çocukları zarar görebilirdi. Aile, evlilik yok. Babalık kültürü oluşmamış. Türkçe, kadın kamların (veya annelerin) sese duyarlı oluşlarının izlerini taşır. Türkçede görsellik de çok önemli olmakla birlikte, etik/töre bağlamında sesle tarif, tasvir özellikle önemlidir. Sesle tasvir, sesle sınıflandırma, bağlantı kurma, modelleme; soyutlamaya ve bilimsel zekâya geçişin başlangıcıdır. İlksel uygarlaştırıcı kadın kamlar devletin olmadığı dönemde sözcük-zincirleriyle topluluğu örgütlediler. Töreyi dilin içine işitim-kodları dizgesiyle kaydettiler. Yalnız töreyi değil, kadınlar yaptıkları icatları (ip, dokuma, giysi), keşifleri (kedinin, süt ürünlerini farelere karşı korumadaki rolünü keşfetme), toplumsallaşma alanındaki önderlikleri vb. başarılarını da sözcük-zinciri dizgesinin içine kaydettiler. Bu kayıtlar binlerce yıl sürmüş ve sürekli gelişme göstermiş olabilir. Ta ki erkek tinselliği devlet yönetimine, literatüre, yargıya, üretim güçlerine, kolluk kuvvetlerine tek başına egemen olup; kadınlara bırakılan alanı beş binyıl evle sınırlayıncaya kadar. Kadınlara ait başarılar ortak bilinç-dışına atıldı; orada kadın cinselliğinden ayrılmaksızın korundular ve ürkünç gölgeler haline getirildiler. Erkekler bir zaman sözcük-sesleriyle kodlama dizgesini devam ettirdiler. Ama onlar yazı, devlet imkânını iyi kullanınca konuşma diline kaydetme gereği kalmadı. Tabii yazı öncesi dönemden kalan ‘yazılı bilgi’ yok. Yazı öncesi dönemin icatçıları, öncüleri kadınlardı. Onlar kendi başarılarını ‘bilimsel zekâyla’ konuşma seslerini kodlayarak dilin içine kaydettiler. Bu dizgenin devamı olan yazıyı da Sümer’de kadınlar icat etti, ama onu yaptıkları üretimde muhasebe işinde kullandılar. Mağara veya tapınak hem kült hem de üretim merkeziydi. Kadınlar ilk dernek fikrini bu kültlerde oluşturdular. Genç erkekler bu kültlerde yetiştiler, yazıyı topluma yol gösteren öncü kadınlardan öğrendiler. Ve erkekler kendi başarılarını yazıya geçirdiler. Kadınların icatlarını da kendilerine mal ederek yazdılar. Yazı yanlı bilgiyi dondurdu. Kadınların başarıları yazılmadı, yazıldıysa da yok edildi; konuşma dilinin içinde kaldı, unutuldu. Kadınlara okul ve meslekler yasaklandı. Yazılı metinler erkeklerden bahsettiği için, erkekler başarılarını konuşma diline kaydetme gereği duymadılar. Devleti kadınsız örgütlediler, savaşı, silahı icat ettiler ve kahraman olarak destanlarını yazdılar. Yerebatan Sarnıcında bulunan Medusa’nın baş aşağı duran kafası bu zaferin ve biraz da korkunun göstergesidir.

Erkek tinselliğinin hakim olduğu bilimsel bakış, kadınların yazı öncesi dönemde geliştirdikleri sözcük-zincirlerini, sayı, renk, geometrik biçim, cinsiyet simgeciliği sayesinde soyutlamaya ve kurgulamaya geçişi,  karşıt ikililerin eşitliği ilkesini, evrenselci İkilibirlik düşüncesini, bilimsel zekâyı, modellemeyi başlattığını fark etmedi. Bu doğaldır, erkek kendi tinselliğiyle baktı. Bu nedenle yazı ve devlet öncesi dönemlere ait yorumlar yanılgılarla doludur. (Kadın bilimcilere ihtiyaç olduğu kesin.) Başka diller de Türkçe kadar şanslı mı? Türkçe Altayca ile aynı. Altaycanın en eski ana dillerden biri olduğu kabul ediliyor. Platon’un Kratylos’unu, Derrida’nın Gramatoloji’sini okuduğumuzda, Batı’da “yazılı kültüre” önem verildiği, konuşma seslerinden kodlarla yapılmış bir dizgenin  bulunmadığı anlaşılır. Bottéro, Mezopotamya adlı kitabında Batılılar böyle şeylere önem vermez, der. Benim düşüncemde ise Ay, Güneş, yıldızlar, ağaç her yerde var: İnsan her yerde aynı insan. İnsan türünün zeki olanları her yerde gözlemle ve fenomenal algıyla benzer sonuçlara vardılar. Batı dillerinin Latince sözlüklerle örtülmüş olmaları da ‘bu açıdan’ şanssızlık. Yazı öncesi dönemde kadın uygarlaştırıcıların konuşma sesleriyle kaydettikleri bilgiler bütün dillerde saklandı. Bulmak için aramak gerek. Irk/etni önemli değil. İnsan soyunun yarattığı bilimsel zekânın başlangıçta kendini nasıl ifade ettiği; ve kadın tinselliğinin bu bilimsel zekânın neresinde varolduğu önemli.

 

Copyright @ YildizCibiroglu.com 2015