KENDİNİ BİLMEK, KARŞIT İKİLİLERİ “EŞİT MESAFEDEN TANIYIP BİLMEK”LE BAŞLAR!
İnsan kendini karşıtıyla ölçer, tanır, bilir. Erkek için böyle bir karşıt var mı? Beş binyıldır, yapay ihtiyaçlarla savaş endüstrisinin, tüketim endüstrisinin -az veya çok- biçimlendirdiği ‘kadın’; yazılı döneme geçildiğinden beri bilim, sanat ve teknolojinin yaratıcısı, egemeni olmuş erkeğin gerçek karşıtı olabilir mi? İki cins birbirine neden yabancılaştı? Kadınla erkeğin arasında Eros neden “kökensiz köken” kabul edildi? Bu nedenle Platon’un Symposium adlı diyaloğunda, Sokrates kendi çağında bilgisine güvenilen Diotima’ya dayanarak erkek erkeğe arkadaşlığı yüceltmez mi? Sokrates haksız sayılmaz: Kadın (elbet istisnalar dışında), tarihsel ve toplumsal oluşumlarla zavallılaşmış, artık uygarlaşmayı temsil etme yeteneğini, insan soyunun ilk kökeni, yol göstericisi olma gücünü kaybetmiştir. Onun yerini “kadın uygarlaştırıcıdan erkek uygarlaştırıcıya geçişte” Eros alır. Eros bir geçiş simgesi, ara’dır; bu geçiş döneminde kadın ve erkek özellikleri onda bir arada olmak zorundadır. Eros bu nedenle iki cinsiyeti de içerir: “Kökensiz köken!” Daha önce kadın kökenden birdenbire erkek kökene geçilmesi kolay olmayacağından, Eros eski dönemle yeni dönem arasında bir uzlaştırıcı, alıştırıcı olarak iki cinsiyetle aracılık rolünü üstlenmiş ve erkek öncüye geçişi kolaylaştırmıştır.
“Beş binyıl” diyerek, burada sembolik ve yaklaşık bir zamanı gösteriyorum. Kadının kendi dilini/tinselliğini kaybetmeye; kişiliksizleşmeye başladığı zamanı konuşabilmek için, yazının başlangıcını aldım. MÖ 4. binyılda yazıyı başlatanlar kadınlardı. Önceleri üretimde bereket tılsımları için kullandılar; daha sonra ürettiklerinin hesabını tuttular, paylaşırken adil olmak için. Bunlar o çağın seçkin kadınlarıydı. Kendi kurdukları kültlerinde topluma öncülük ettiler; beylere, krallara yazıyı ilk onlar öğretti. Yazıyı erkekler ele geçirince kadınlara (anne/abla, eş vesayetine) baş kaldırdılar. Aletleri silah olarak kullandılar. Kabaca MÖ 3. Binyılda yeni bir dönem, kadınsız bir dönem başladı. Yeni durumu kabul etmeyen kadınlar zor karşısında dağlara, uzak ıssız kırlara sığındılar. (Al kadınları, Sirenler vb.)
Kadının dili, kadın tinselliği (bir başka tanımla yazı öncesi dönemdeki kadın öğretileri, paradigmaları) hiç var olmamış gibi yok sayıldı: yok sayılmaları hâlâ devam ediyor. Bu gerçekliği artık görmek gerekiyor. “Kendini bilmek” insan için (kadın veya erkek) çok önemli! Hedef önce bu olmalı! Fakat kadın için, ‘kendini bilmeyi’ literatürün dışında aramak zorunludur: Çünkü kadın öncüler, uygarlaştırıcılar yazıdan önce var; yazılı belgelerde onlara yer verilmemiş; yer verilmeyerek unutturulmuşlar. Erk sahibi, hırslı erkekler, yağma ekonomisinin kazandırdığı ekonomik güçle devleti kadınsız örgütlemiş, kadınsız düzenli ordu ve kadınsız tapınak sahibi olmuş; erkek iktidarını, toprak mülkiyetini belgelemek için yazıyı, yasayı kullanmış; kadınsız meclislerde toplumun hayati geleceği üzerine kararlar almış, kendi tarihlerini yazmış, yazarak manipüle etmişlerdi. Yazı öncesi devirlere geri dönmemek için kadın kimliği kişiliksizleştirildi, zavallılaştırıldı. Bundan ötürü bütün erkekleri- suçlayamayız. Ancak kadın erkek eşitsizliğini hâlâ sürdürmek isteyenlere karşı çıkmak hakkımızdır. Bugün bilim, kadın tinselliğiyle erkek tinselliği arasında büyük farklılıkların olduğunu, araştırmalarla ortaya koyuyor. (Son bir bilimsel veri: 6500 gen, kadında ve erkekte farklı etkinlik gösteriyor. –Bkz: HBT Sayı: 6019.052017, s. 14) 6500 genin farklı olması yalnızca biyolojik sonuçlar doğurmayacak, tinsel açıdan da farklılaşmaya yol açacaktır.
Kadınsız literatürün ve kadınsız devletin ortaya çıkışıyla birlikte, en az beş binyıldan beri, kadınlar evrensel anlamda kendi tinselliklerini (duygu, düşünce ve tüm zihinsel faaliyetler) ifade edemediler; erkek tinselliğinin gölgesinde ve baskısı altında yaşadılar. Yazılı dönemle birlikte dil, kültür, uygarlık gibi çok önemli alanlarda öncülüğü erkeklere terk etmek zorunda bırakıldılar. Bu alanların her biri ‘erkeklerin’ savaşlarla, siyasetle, ekonomiyle denetlediği, biçimlendirdiği alanlar oldu. Oysa ‘denge’, karşıtların çatışması ve uzlaşmasıyla kurulabilir. Dil, kültür, uygarlık alanlarında; ‘karşıt ikili’ tinselliğin (kadın ve erkek tinselliğinin) birlikte öncülük etmediği yeryüzünde, beş binyılda geldiğimiz yere bir bakalım: Ne görüyoruz? Her açıdan dengelerin giderek bozulduğu bir dünya! Eğer kadın tinselliğiyle erkek tinselliğinin ‘birlikte önderlik etmek üzere varolduğu’ bir dünya gerçekleşebilseydi; gelinen nokta bu kadar kötü olmazdı.
Dünya, ne yazık ki ‘ne pahasına olursa olsun’ kendi ihtiraslarını gerçekleştirmek isteyen erkeklerle; onların etik dışı yöntemlerini, sömürüler üzerine kurdukları başarılarını alkışlayan, kazançlarından pay alan, ‘entrikacı’, ‘asalak’ kadınlar tarafından şekillendirildi. Halklar acı çektiler. Tarih sahnesini –özellikle monarşik dönemlerde- dolduranlar onlardır. Onlar tek doğrunun kendi yaptıkları olduğuna, kadın erkek herkesi inandırdılar. Kadınların adına onlar düşündü ve kadınları yetersiz olduklarına koşullandırdılar. O hırslı erkeklerin ve kadınların (örneğin Diotima’nın) işbirliğiyle ‘kadınlar’ okulun, yazının, yargının, mesleklerin, üretim güçlerinin, devletin dışına atıldılar. Bu durum en az beş binyıl sürdü. Sonunda gelinen Batılı değerler, insan hakları, düşünce özgürlüğü, eşit hukuklu olmak bu noktada çok önemli: Irk, dil, din, renk, cinsiyet, sınıf alanlarında ayrımcılık veya baskı yapılamaz!
Türkçenin derin yapısındaki sözcük-zincirleri ve o zincirleri işaretleyen konuşma sesi kodları; trafik lambaları gibi, bize kayıp kadın uygarlaştırıcıların açtığı dil, kültür, uygarlık yolunu, kadınların o yoldaki izlerini gösteriyor: Batılı bilim insanları, uygarlığı Yunan’la başlattıkları için bunu görmelerini onlardan bekleyemeyiz. Eski Yunan kültürü yazılı kültürdür, hiç kuşku yok saygındır, hiç kimse Yunan uygarlığının dünyaya katkılarını inkâr edemez. Ancak yazılı kültürde (yazı öncesinin) kadın öncüleri, ilksel kadın uygarlaştırıcılar (dil, kültür, uygarlık yaratanlar), onların açtığı yolda yürüyen uygarlaştırıcı oğullar yok! Öyleyse kayıp kadın tinselliği, kayıp konuşma dili alanı (uygarlığı) nerededir? Veya toplayıcı, avcı toplayıcı dönemlerde göçebe ataların yarattığı dil, kültür ve uygarlığın izlerini nerede arayacağız? O izlere, Türkçenin derin yapısında rastladığımı söyleyebilirim. Ve yazı öncesi dönemin birçok coğrafyada ortaya çıkan arkeolojik tasvirlerinde de mevcutlar! Bu gerçeklik evrensel olduğuna göre, aranırsa başka dillerde de bulunacaktır. Fakat Türkçe, arkaik tinselliği, kadın erkek eşitliğini, doğacı diyalektiği, karşıt ikili uslamlamayı, aynı zamanda modern dile ilişkin kavramları kendi içindeki katmanlarda korumakta ve kesintisiz bir devamlılığı yaşatmaktadır. Hem de bütün olumsuz baskıcı müdahalelere rağmen! (Ancak her dilin içinde olduğu gibi, tabii karşıt sesler de konuşmaktadır. Denge bozulmadıkça, karşıtlık, olması gereken normal bir durumdur. Denge, biri diğerini/karşıtını susturduğu zaman bozulur.)
Batı dünyası, kendi kültürel kodlarını, kültürel atalarını, kurucu krallarını Eski Yunan’la, Antikçağ’ın destan kahramanlarıyla başlatıyor. Oysa ilksel dili, kültürü, uygarlığı başlatanlar, toplumsallaşmayı sağlayanlar öncelikle kadın kahramanlardır. Su kıyılarında başlayan eski uygarlıkların ilksel kurucuları da, suyla temizliği keşfeden kadın kahramanlardı. Birçok dilde ortak olan ‘nostratik’ kelimeler o uygarlaştırıcı kadınların dilinden bize ulaşanlar. Batılı bilim çevreleri Yunan’la başlattıkları dil, kültür ve uygarlığa öyle kemikleşmiş biçimde angaje olmuşlar ki bu konuları derinlemesine araştıramıyor, isteksiz görünüyorlar: Çünkü, Avrupa dilleri Latinceyle örtülmüş. Türkçe Sözlük 1074’te yazıldığında Avrupa’da Yunanca ve Latince sözlük dışında bir sözlük çalışması yok. Avrupa’nın Latince öncesi dilleri kayıp. Latince, geriye doğru gidildiğinde Yunancaya, Yunanca Fenikeceye, Fenikece eski Mezopotamya dilerine (Sümerce-Akadca) ve Eski Mısırcaya varıyor. Sümerce İndüs uygarlığıyla (ve dolayısıyla dili ile) ilişkili görünüyor. Sümerce Akadcaya çok sözcük ve mit malzemesi vermiş. (Akalar bilinen en eski Sami halk.) İndüs uygarlığının kuzeyinde Saymalıtaş (Kırgızistan’da), Altay, Çin var ve etkileşim içindeler. Kadın uygarlaştırıcılar yazı öncesi dönemde ve bu kültürlerde kadın kamlarla başlıyor.
Kadın kamların kolektif dili, tinselliği Türkçenin derin yapısında kayıtlı. Yazı öncesi dönemde ilksel uygarlaştırıcı kadınların konuşma dilinde kaydettikleri sözcük-zincirleriyle oluşan dizge incelendiğinde gerçek ortaya çıkıyor: Masallarda cin, peri, dev anası, tanrıça denilen kadınlar, aslında ilksel uygarlaştırıcı kadınlardır. Konuşma seslerinden bazılarını kod olarak kullanmışlar: anlamsal bağlamda (ve görsel imgeler bağlamında) sözcükleri (sesçil-kodlarla) birbirine esnek biçimde bağlayarak; konuşucuların, ‘bir arada yaşama’ ilkelerini, töreyi, kolektif anıları kolay hatırlamasını sağlamışlar. Bu örnekleri Türkçede neredeyse kesintisiz arkaik kelimelerden başlayarak sürgit devam eden sözcük-zincirlerinde bulabiliyoruz. Konuşma seslerinden alınan kodlar ise, bu ilksel uygarlaştırıcı kadınların ‘tek heceli’ adları oluyor.
İlksel kadın uygarlaştırıcılar (kamlar) ‘yazı öncesi’ dönemde yaratıcı zekâ ve yeteneğe sahip, ilk icatları, keşifleri yapan, üreten, toplumsal konulardan sorumluluk duyan, topluma emek veren, sorun çözen; bunları yapabilmek için de özgür iradeyle sorgulayan, fenomenal algıyla akıl yürüten, toplumun öncüsü kabul edilmeyi hak eden, ‘oyun’la öğreten kişilerdi. Özgürlerdi, çünkü henüz “babalık kültürü” oluşmamıştı. “Babalık kültürü, dili” ilksel uygarlaştırıcı kadınların birlikte yaşamayı önermesiyle oluştu. Dünyanın en eski mesleği fahişelik değil, oyunla öğretme/eğitme işini bulan kadınların başlattığı eğiticiliktir. Onlar, cinsel eğitimi çocuklara oyunlarla verdiler: oyunlardaki simgecilikle –karşıt ikililerin eşit hukuklu olduğu düşüncesini telkin ettiler. Üst-Paleolitik Çağ’dan da önce başlayan şamanlık (Türkçede kamlık) bu kadınların eseridir. Dil, kültür ve uygarlığın başında o kadın kamlar var.
Yazı öncesi dönemde ‘kadın kamların’ toplumsal başarıları arkeolojinin görsel ve yazılı verilerinde, mitlerde, dilin derin yapısındaki sözcük-zincirlerinde, folklorda okunabiliyor. Doğadaki diyalektiği fark edip ondan evrenselci karşıt ikili düşünceyi ve karşıt ikililerin eşitliği ilkesini (ilksel bilgeliği) yaratanlar onlar: Bu bilgeliğin görsel/simgesel ifadelerine ulaşabiliyoruz: Onlar, yazı öncesi dönemde- kadınlar tarafından yapıldığı bilim otoritelerince kabul edilen kadın heykelciklerinin, arkeolojik objelerin üzerinde bulunuyorlar. İlksel kadın uygarlaştırıcıların maddi icatlarının, keşiflerinin yanı sıra, en önemli başarısı şudur: Onlar kadınlarla erkekler, insan olanlarla olmayanlar arasında eşit ölçülerde varolma hakkına saygı gösterdiler. Doğacı/çevreci düşünce ilk onlarla (yabanılların hanımı diye anılan kadınlarla) başladı. İlk yasaları (kadın erkek, gece gündüz, Güneş Ay, yaz kış, yer gök gibi) doğadan aldıkları diyalektik uslamlamayla oluşturdular ve konuşma diline geçirip her konuşucunun içselleştirmesini sağladılar. İnsanın içinde de karşıt ikililerin var olduğunu fark edip ilk psikiyatrik tedavileri uygulayanlar da bu kadın kamlar oldu. Onların salt büyücülükle, tanrıçalıkla tarif edilmeleri, bu ilksel uygarlaştırıcı kadınlara yapılan en büyük haksızlıktır.Yıldız Cıbıroğlu